Aramızdan ilk kez bu bölgeye gidecek katılımcıların olduğu bu gezinin hayırlı ve bereketli geçmesi için dua ettik. Verilen ön bilgiler ile heyecanımız arttıkça arttı.
Makedonya Cumhuriyeti 1993 yılında BM tarafından tanınan yaklaşık 2 milyon nüfusa sahip bir ülke. Ülkenin yaklaşık % 65’i Makedon, % 22’si Arnavut, % 5’i Türk, kalanı Sırp gibi diğer unsurlardan oluşuyor. Nüfusun yaklaşık %30’u Müslümanlardan oluşuyor. Bu topraklar 1.Murat zamanında (1363-1387) Osmanlı’ya dâhil oldu. 1.Balkan Savaşı ile terk ettiğimizde 1400’e yakın taşınmaz eser bıraktık geride. Şu an 250’ye yakın İslam kimlikli eser kaldığı söyleniyor. Hıristiyan, komünist anlayışın getirdiği nokta. Tarihi eserlerin dünya mirası sayıldığı günümüzde bu durum daha önemli hale gelmektedir.
Gezi dediğimize bakmayın bu bir seferdi. Kendisini her bakımdan Osmanlı’nın devamı sayanların, yıllar sonra (1912 yılından bu yana) terk edilmek zorunda bırakılan toprakları ziyareti idi…
Kalan bakiye ile hem maddi hem de manevi anlamda bir bağ kurma aracı idi…
Şu bir gerçek ki; siyasi, ekonomik ve askeri bağlar geçicidir, oysa gönül bağları kalıcıdır. Onca badirelere rağmen bu bağlar zayıflasa da devam eder.
25 Ağustos günü Ramazan ayında Edirne’den başlayan gezimizde ilk hedef Makedonya Üsküp’tü. Yol boyunca Yunanistan’da Dimetoko, Gümülcine ve Kavala ziyaretleri yapıldı.
Dimetoko’da Çelebi Mehmet Camii’nin hali hepimizi duygulandırdı. Gümülcine’de Müftülük ziyareti yapıldı.
Aynı gün gece Üsküp’e ulaştık. Şehrin Makedon bölgesinin bulunduğu Vodno Dağı tepesinde sonradan 85 metre olduğunu öğrendiğimiz ışıklandırılmış bir “Haç” bizi karşıladı. Sabah olunca şehri gezme imkânımız oldu. Üsküp, Makedonya’nın başkenti. Vardar Nehri, şehrin tam ortasından geçiyor. Nehrin bir yakasında Müslümanlar bulunurken diğer yakasında Makedonlar yaşıyor. Makedon bölgesinin gelişmişliği ve yatırımların bu bölgeye yapılması çok dikkat çekici. Şehrin göbeğinde Vardar’ın yanında ABD büyükelçiliği ve “Havra” olmak üzere iki büyük inşaat göze çarpıyor. Bu iki ülkenin hiç azınlık vatandaşı olmamasına rağmen burada hâkimiyet kurma girişimleri olarak görülebilir. Varlıklarını sermaye ile yürütmeye çalışan anlayışın temsilcileri…
Şehrin Müslüman kesimi ise, Osmanlı’dan kalma yapılar, camiler ile yaşamına devam ediyor. Bu bölgeye “Bit Pazarı” deniyor. Kuşatılmış, içe kapanık bir hali var. Sanki taşsız duvarsız son kale.
İslam’ın aydınlığı ile şereflenen bu toprakların, karanlığın gölgesinde kalması hüzün verici. Ah şu dağların, taşların dili olsa da konuşsa!.. Bu yük çok ağır, bu zulmet çok boğucu, bu eziyet hiç çekilmez. Ancak bu dağlar, bu ovalar, bu sular çok da sabırlı…
Üsküp’ten Kalkandelen (Tetova)’e doğru yola koyulduk. Yol boyunca Üsküp’ü çevreleyen, bembeyaz, şahadet parmağı gibi gökyüzüne uzanan minarelerin bulunduğu Arnavut Müslüman köyleri görününce biraz rahatladık. Demek ki, izleri yok edememişler.
Kalkandelen, Şar dağları eteklerinde kurulu, çoğunluğu (%80) Müslümanlardan oluşan bir kent. Müftülüğü ziyaretimizde, Müftü Ali Fikret’ten 94 faal cami ve 140 din görevlisi bulunduğunu öğrendik. Bosna krizinde bu kent, o bölgeden sığınan 200 bin Müslüman’ı ağırlamış. Bu bölgede Türk nüfusu Üsküp ve Gostivar’a göre az, ancak şehir Müslümanlara emanet.
Burada “Harabati Tekkesi” bulunuyor. 1495’de Kanuni’nin kayınbiraderi Sersem Ali Dede inşa etmiş ve külliye olarak Avrupa’da tekmiş. Bektaşi tekkesi olduğu biliniyor ve Arnavut devleti tarafından buraya Bektaşi dedesi atanmış. Bir bölümde yalnız hayatına devam ediyor. Ancak Sünni Müslümanlar buraya sahip çıkmışlar, camisinde beş vakit namaz kılınıyor. Burada tarafımızdan iftar verildi. Yaklaşık 200 eve iftarlık dağıtıldı. İftara Müftü ve diğer görevliler katıldı. Teravih namazını burada eda ettik. Buradaki iklimden büyük lezzet aldık. Ortak kanaat, buranın ikliminden ve atmosferinden etkilendik.
Ağustos’un 27’sinde ikinci iftarı vereceğimiz yer olan Gostivar’a hareket ettik. Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu (%80’den fazlası) bu şehir genellikle tarım kenti görünümünde. Az gelişmişliğe rağmen Türkiye’nin ağırlığının hissedildiği bir yer.
Gostivar’ın ‘Aşağı Banisa’ isimli sadece Türklerin bulunduğu bölgesinde bizleri ‘Genç Kalemler Eğitim, Kültür, Sanat ve Spor Derneği’ yöneticileri ve halk karşıladı. Türk bayrağının asılı bulunduğu bu mahal, kahvehaneleri ve insanları ile bizden bir parça. Türkiye ile kopmaz bağları mevcut.
Edirne Mimar Sinan Vakfı ve Genç Kalemler tarafından 400 kişilik iftar organize edildi. İftara, Mimar Sinan Vakfı kurucu aşkanı Hasan Gümüş ile Makedonya Devlet Bakanı Hadi Nezir, KDP Genel Başkanı ve Milletvekili Kenan Hasip, KDP Genel Sekreteri ve Azınlıkları Koruma Müdür Yrd. Kadir Salih, Genç Kalemlerin Başkanı Türker Kanber ve çok sayıda davetli katıldı. İftarda çok sıcak ve içten mesajlar verildi. Bu bölgede gönül bağlarımızın devam ettiğini memnuniyetle müşahede ettik.
O kadar güzel bir ortam oluştu ki, teravih namazından sonra Dernek üyesi bir gencin evinin bahçesinde sohbete devam edildi. Bakan Hadi Nezir, Türkiye’den beklentileri dile getiren ve soruları cevaplayan bir konuşma yaptı. Bu insanlarla çok çabuk kaynaştık. Bizden de davet aldılar. Misafirperverlikleri ve güler yüzleri ile kalbimizi fethettiler.
Gezimize Ohri Gölü ile devam ettik. Struga ve Ohrid şehirleri bu gölün kenarında kurulu sayfiye yerleri. Struga’da ‘Şairler Köprüsü’nde Hasan Gümüş Hocamız herkesten şiir okumasını istedi. Kendisinin okuduğu Üstadın ‘Zindandan Mehmed’e Mektup’ şiiri, bu gezinin manasını ve amacını en güzel şekilde anlatıyordu. Ve köprüde ilan ediyordu.
Ohri şehrinde bulunan Halveti Tekkesini ziyaret ettik. Burayı rahmetli Özal ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve birçok bakan ziyaret etmiş. Tekkenin görevlisi ricamız üzerine ilahi okudu, Rumeli ağzı ile. Bizleri tebessüm ettirdi. Buranın manevi havasından azami istifade için görevlilerden bir müddet izin istedik. Hocamızdan Allah (cc) razı olsun, buraya yakışır bir hatme yaptık. Buraya, bu mührü vuranlardan da Allah razı olsun. Tekke şenlendi… Biz şenlendik…
Resne’den Manastır’a geçtik. Manastır, konakları, müze olan askeri idadisi ve merkezdeki İshak Çelebi ve Mehmet Efendi camileri ile Osmanlı izlerinin çok güçlü olduğu, Osmanlı damgasının bütün tahribata rağmen her adımda görüldüğü büyük bir kent. Birçok eser, eğlence mekânı ya da Hıristiyan kültürüne hizmete dönüştürülmüş. Koca kentte toplam dört cami varmış. Tüm bunlara rağmen bu eserlere sahip çıkacak insan varlığı sıkıntısı mevcut. Sahipsizlik, kimsesizlik, boynu büküklük…
Mehmet Efendi Camisi hizmete kapalı. Hükümet burayı müze yapmak istiyormuş. Caminin duvarının kenarını 4-5 metre kazmışlar. Temellerinde kilise kalıntısı arıyorlarmış. Müslümanların verdiği bilgiye göre burası mahkemelik olmuş. Temelleri kazma, yok saymanın başka bir şekli, bizde hemen bir çağrışım yaptı!.. Nereden esinlendikleri belli!…
Ya bu iki caminin hali… Zamanın yıkıcı etkisine direnen, karanlıklara karşı yüzü kararan yapılar olmuşlar. 1506 yılında yapılan İshak Paşa Cami’nin iç kısmı dışıyla aynı. Sanki cami yılların acısını içinde saklamış ancak daha fazla dayanamamış dışına sızdırmış gibi. Bunu, caminin her tarafından akan süsleme boyaları, camiyi tamamıyla kaplayan siyah bir örtü gibi. İman hakikatinin yankılanmadığı, yansımadığı yapı neye yarar! Bunca karanlıklar içinde bunların ayakta kalması ilahi bir lütuf.
Burada bulunan birkaç cemaatten birinin verdiği bilgiye göre İshak Paşa Cami’nin bakım ve onarımını Türkiye yapacakmış. Ya, Mehmet Efendi Camisine kim sahip çıkacak?
Buradan içimiz kan ağlayarak Yunanistan topraklarına geçtik. Bir imtihan da burada bizi bekliyordu. Şanslı insanlarız, sahiplerimiz var…
Hülasa, Avrupa içlerine ilerledikçe doğanın güzellikleri artıyor. Akarsular, yemyeşil dağlar, verimli ovalar ve her yönden münbit topraklar Osmanlı’yı cezbetmiş. Her yönden gelişim için ne güzel topraklar…
Osmanlı’nın bir zamanlar sınır tanımadığı bu topraklarda varlığımızı korumanın derdine düştük. Yeniden başlamak için olgunlaşabilecek bir iklim var burada. Bu toprakların ve burada yaşayan insanların Türkiye’den beklentileri yüksek. Sivil toplum olarak buranın durumunu öğrenmek ile bize de bazı görevler vacip oldu. Bu bölge ile gönül bağları kurmak için büyük fırsatlar doğdu. Beklentileri fırsata dönüştürmek ve doğru yolda kanalize etmek gerekiyor.
Bu topraklardan ayrıldık ancak aklımız ve gönlümüz orada kaldı. Osmanlı’yı bir nebze olsun anladık.
İşte göründü: Üç şerefeli minare ve Selimiye minareleri. Ufuk çizgisinden yükselmişler gökyüzüne. İslam ne güzel ve onun eserleri!..
Atalarımızın mekânı cennet olsun.
Küfrün karanlığı, her yanı kaplamışken,
İslam’ın kutlu neferi ara vermiş seferine.
Yükselir yıldızımız ufuktan şafak atarken,
Sonra döner ati, maziye günden güne.
Faruk Kamil
EDİRNE, Eylül 2010